22 Mart 2014 Cumartesi

Merhametsiz Final



13 Mart 2014

Bölüm bölüm takip etmediğim, ama hikâyesine hakim olduğum bir diziydi Merhamet. Denk geldikçe izledim ve çok da güzel sahnelere tanık oldum. Ne dediğini bilen, ayakları yere sağlam basan bir hikâyeydi. Uyarlandığı romanın çok ötesine geçti ve bunu yaparken karakterleri tersyüz etmeden, o hayran olduğum Narin-Deniz dostluğuna gölge düşürmeden, abartılı entrikalara saplanmadan anlattı derdini ve bitti.

Yayınlanmaya başladığı dönemde biraz “sıkıcı” bulmuştum. Zamanla anladım ki diğer dizilerdeki o gereksiz hezeyanlar, kendini yalnızca bağırarak ifade edebilen histerik kadınlar ve –Sermet’e rağmen- bütün dünyanın yükünü tek omzunda taşıdığını düşünen mağrur ve kaba adamların yokluğuydu bana durağanlığı düşündüren.

Özgü Namal’a her rolünde yeniden inanıyor, yeniden hayran oluyorum zaten, artık üstüne konuşacak fazla sözüm kalmadı. Burçin Terzioğlu, bu ülkede kadın oyunculara kolay kolay nasip olmayacak bir rolün altından hakkıyla kalktı, bir kez daha artı puan yazdırdı gönlümdeki çeteleye. Mustafa Üstündağ’ı İzmir Çetesi’nde izlemiştim ama bir fikir edinememiştim kendisiyle ilgili. Tiyatroda izleyip beğendim sonra. Burada ise oynadığı rolden nefret ettim, ama tam sevmeye başlayacağım noktada kendinden yeniden yeniden nefret ettiren Sermet’i öyle sahici oynadı ki, teslim oldum, artık takibindeyim. İbrahim Çelikkol’u ise hiç beğenemedim. Zaten izlediğim hiçbir yerde beğenememiştim. Tipiyle falan da oynuyor, başka kılıklara giriyor ama rolleri farklılaştıramıyor sanki. Hep aynı şekilde konuşan, hep aynı kaba adam sanki. (Ama ben romandaki Fırat’tan da nefret etmiş ve Narin’le kavuşmalarını hiç istememiştim, bu yüzden taraflı bakıyor da olabilirim.) Yasemin Allen’i ilk kez izledim –yayınlandığı dönemde Elif’e pek yüz vermemiştim- ve beğendim.

Oyuncudan bağımsız olarak, ortaya çıktığı ilk günden beri Şadiye’den nefret ettim ben. Samimi bulmadım, inanmadım ve hep bir açığını aradım kendi çapımda. Irmak’tan bile daha fazla gıcık oldum ona. Kitapta ölmüş olan Şadiye’nin dizideki işlevi malum, bu yüzden keşke ölseydi diyemiyorum ama sevemedim işte...

Baştan beri anlayamadığım şey ise dizinin ismi. Niye merhamet? Neye merhamet? Kim kime gösterecek o merhameti? Ve madem dizi merhamet üzerineydi, nedendir bu merhametsiz final? Zira Narin ve Deniz’in el ele ölüme gittiği şu hikâyeden yarasız beresiz, sapasağlam çıkanın Şadiye ve Irmak olması gerçekten yakıyor canımı...

27 Şubat 2014 Perşembe

Boynu Bükükler 1

27 Şubat 2014

Hayallerimiz kırık dökük, boynumuz bükük...


Geniş Aile, Star TV tarafından Acun Ilıcalı’ya kurban edildiğinden beri Boynu Büküklerdeniz biz. 1917 Zekai’yi, Coğrafyacı Mürsel’i, Yetersiz Ulvi’yi, Koyu Bilal’i ve elbette Cevahir’i; özetle bütün Boyacıköy’ü unutmadık, sevgiyle andık, anılarla hoş tuttuk gönülleri. Senarist Cüneyt İnay’ın geçen yıl TRT için yazdığı Bir Yastıkta’yı o hevesle izledik, tatmin olmasak da takip ettik Geniş Aile hatrına...

Boynu Bükükler projesini ilk öğrendiğim andan itibaren yeniden bir umuda kapılmıştık. Geniş Aile’de, Zekai’nin kendisini üvey evlat zannedip tek başına Boynu Bükükler’i oynadığı 7. bölümü hâlâ hatırlıyor, hâlâ eğleniyorduk çünkü ve sanıyorduk ki o efsanevi bölüm gibi efsanevi bir dizimiz olacak. Üstelik yönetmen koltuğunda Ömer Uğur var yine, yine Bora Akkaş var, Mine Teber var, Ali Tutal var; üstüne de Ahmet Saraçoğlu, Murat Akkoyunlu, Güven Murat Akpınar ve Ege Aydan var. Umut ve hevesle dolmamız için bütün şartlar sağlanmış sanki...

Ama ilk bölüm koca bir hayal kırıklığı! Ve benim anladığım, gözlerimizi yerden kaldıramayacağız, boynumuz hep öyle bükük kalacak... Yine orijinal karakterler, güzel espriler var ama öyle çok klişeye bulanmış ki hikâye (hadi sayayım: (1) zengin oldukları için yaş 17 bile olsa 25-30’ları yaşayan savurgan liseliler; (2) Pis Yedili misali bir zengin-fakir çatışması; (3) paragöz lise müdürü; (4) herkesin hayran olduğu -illâ ki idealist- kadın öğretmen; (5) aynı kıza âşık olan iki oğlan, (6) tabii ki biri zengin, biri fakir; (7) herkesin bir lakabının olması; (8) dizide çatışacak insanların önce alakasız bir yerde karşılaşıp birbirlerinden nefret etmeleri – daha fazla sayamayacağım, bayıldım!), izlenecek tek şey olarak, tek orijinal karakter Mithat (Bora Akkaş) kalıyor geriye. Pek ihtimal vermiyorum ama dizi devam ederse, yalnızca onun sahnelerini izlerim ben de.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Ne Diyosuun! 1


17 Şubat 2014

Cidden ne diyo bunlar?


Kendi adıma,  İlker Aksum’u özlemiştim; çünkü Canım Ailem’den sonraki dizilerini  izlemedim. Ne Diyosuun?’un tanıtımları da umutlandırmıştı beni açıkçası. Fakat ilk bölümü izlerken gözümü saatten alamadım, bu şey ne zaman bitecek diye.

İlker Aksum yine şahane, şaşırtıcı bir şey yok yani. Ayçin İnci de şaşırtmadı, yine hem güzel, hem de izletiyor kendini, öyle saatlerce bakabilirim ekrana o varken. Ayrıca, bir kadına bütün renkler mi yakışır? Dilara Gönder de hiç fena değildi bence.

Dizi, “Bir Ayrılık Komedisi” olarak tanımlıyor kendini. Ayrılık tamam da ben komediyi göremedim henüz. Potansiyel var ama henüz gerçekleştirememiş kendini. Zaten ayrılığı anlatmak dışında ne yaptılar, niye yaptılar, cidden 'ne diyo'lar, anlamadım ben.

Hikayenin anlatılış biçimini, zaman zaman ekranın donup karakterlerin konuşmalarını  ve sahne geçişlerini sevdim; bunları daha fazla görmek isterim. Ama böyle devam ederse, takip ettiğim değil, rastladığımda izlediğim bir dizi olur. Tabii, devam ederse...

* * *

Buraya yazmadan önce bir arkadaşımla paylaştım diziye dair ilk izlenimlerimi. O sırada fark ettim ki ben, How I Met Your Mother’ın ilk birkaç bölümünü izlediğim zaman da buna benzer şeyler söylemiştim, 2013 Mayıs’ında. 8 sezonu 8 ayda izledim sonra.

* * *

Bir de, niye iki tane u var acaba dizinin isminde?

1 Şubat 2014 Cumartesi

Keremcem'in Unuttuğu Dizi



Yakında Fox TV’de başlayacak ‘O Hayat Benim’ dizisinin başrol oyuncuları Keremcem ve Ezgi Asaroğlu, bir gazeteye röportaj vermişler dizi ile ilgili. Buradan okuyabilirsiniz.

Diziyle ilgili düşünce ve beklentilerimi ilk bölümün yayınlanmasının ardından yazarım nasılsa, şimdi dikkatimi çeken bir şeyi paylaşmak istiyorum yalnızca.

Röportajda Keremcem, “Hiç aklımda yokken başlayan bir maceraydı oyunculuk. Şimdi beşinci albümümü çıkardığım sırada beşinci dizimi çekiyorum,” demiş. Albümleri sayıyorum, düetleri, teklileri bir yana bırakınca beş tane: Eylül, Aşk Bitti, Dokun, Hayata, Keremcem. Sonra dizileri sayıyorum: Aşk Oyunu (Yasemin Ergene ile), İki Yabancı (Hatice Şendil ile), Elif (Yasemin Allen ile), Tövbeler Tövbesi (Fulya Zenginer, Tuba Ünsal ve Cemal Toktaş ile), Merhaba Hayat (Vahide Gördüm, Yetkin Dikinciler ve Melike Güner ile) ve şimdi de O Hayat Benim – yani altı tane!

Merak ettiğim, Keremcem’in hangi diziyi unuttuğu ya da unutmak istediği...

Bir Yusuf Masalı 1-2-3


19-26 Ocak 2014
-TRT, her nedense, ilk iki bölümü aynı gün yayınladı.-

Bir Yusuf Resitali, Bir Sevda Şöleni...

Ne başucumdan ne de yüreğimden eksik ettiğim bir kitabın* adını veriyorlar bir diziye, ki bu bile yeterlidir izlemeye niyet etmeme, ayrıca bunun bir uyarlama ya da esinlenme olamayacağını da bildiğimden içim rahat... Tanıtımlarda İnan Ulaş Torun’u görüyorum üstelik, bir Yusuf olmaya o kadar uygun ki, değmeyin keyfime. Nur Erkul’u (Maria Züleyha) biraz donuk buluyorum henüz izlemeden, ama bu zaten Yusuf’un masalı, Yusuf’un sevdası, diyorum, ne olsa bozamaz büyüyü. Bir de iyi oynarsa, onca sevda masalı arasında kadının da sevdalı olduğu belki de tek yer olan bu hikaye uçmaz mı o zaman?

Dizi başlıyor, izlemekten keyif aldığım kimler kimler var daha: Burak Satıbol (Behzat), Tarık Ünlüoğlu (Cevdet Paşa), Emin Gürsoy (Terzi Yakup Usta), Tuba Erdem, Ömür Arpacı (Babür), Mehmet Usta (Aşçı İkram)... Şahane Trakya aksanıyla İnan Ulaş Torun’un bir önceki dizisi 6 Mantı’nın sevimli yüzlerinden Caner Kadayıfçı (Şerbetçi Danyal) var; yine 6 Mantı’dan Benian Dönmez var dadı kalfa rolünde, benim ilk kez Hayat Devam Ediyor’da gördüğüm Rozet Hubeş var, bu kez aksansız bir İstanbullu olarak. İlk kez bu dizide görüp duruşunu ve oynadığı karakteri epeyce beğendiğim İsmail Hakkı var Mangal Hasan rolünde.

Terzi Yakup’un oğlu Yusuf, babasının –nedendir bilinmez- kavgalı olduğu Cevdet Paşa’nın yeğeni Züleyha’ya vurulur. Onun peşinde savrulmaktayken bir gün Aşçı olur Paşa’nın konağına, ertesi gün casus zannedilip atılır zindana... Yine Hakan Haksun ve yine Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmadan anlatılacak kadim bir hikâye ve yine bir korku bende, Beni Böyle Sev’de olduğu gibi, bu masal da entrikalara kurban olursa diye. Üstelik saray da var burada, Paşa da var; şehzadeler, cariyeler yok belki ama koltuk sevdası var, iktidar hırsı var... Korkuyorum!

Masal zamansız olur diye mi acaba, dizinin hangi yıllarda geçtiği belirtilmemiş. Benim atmosferden anladığım, 20 yüzyıl başlarıydı ama TRT Web sitesi 18. yüzyıl diyor. Yine de henüz zamanını belli edecek bir ipucu göstermediler dizide. Tarihsel hataları görmek mümkün. Mesela Yusuf’un üzerindeki siyah monta dikkat ederseniz, 21. yüzyıl modasının izlerine rastlayabilirsiniz...

Bundan daha büyük bir hataya da Şerbetçi Danyal’in bir cümlesinde rastladık. 1. Bölümde, kendisine “Ben Cevdet Paşa’nın yeğeniyim,” diyen Maria’ya “Ben de Vekâlet-i Umumiye Nazırıyım” dedi. Osmanlı’da günümüzdeki bakanlıklara muadil devlet yapılanması 19. yüzyılda düzenlenmişti, ondan önce bakanlıklar yoktu ve dolayısıyla, 18. yüzyılda yaşamakta olan insanların gündelik dilde bakanlıklardan söz etmesi olası değildi. Değil ki ne idüğü belirsiz “Vekâlet-i Umumiye Nazırı”ndan söz edilebilsin. Aynı anlama gelen ve biri Osmanlı’da, biri de erken cumhuriyet döneminde yaygın olarak kullanılan “nezaret” ve “vekâlet”, sözcüklerinin neden bir arada kullanıldığını ve bu garipliğin nasıl olup da herkesin dikkatinden kaçtığını ise artık sormuyorum. Zira daha beteri var:  bir “Nezaret-i Umumiye” herhangi bir zaman ya da mekanda mevcut olmamıştır. O ne ki zaten öyle? Neyin genel bakanlığı?

Ayrıca, Macaristan’dan gelen Maria Züleyha’nın az biraz aksanı olsaydı keşke.

Dizi, dramadan çok komediye yakın durmayı tercih etmiş gördüğüm kadarıyla. Bunu da bütün unsurları karikatürleştirerek yapmaya çalışmışlar. Behzat karakteri, tipik bir “iktidar sahibi eniştesine sırtını yaslamış işe yaramaz dayı” olmuş, Fransa’da eğitim alan aşçı İkram Efendinin Mengen aksanlı olması yetmemiş, bir de sakar, eli ağır, basiretsiz olmuş bir de. Üzerinde bu kadar oynanmasına gerek yoktu bence, zira Yusuf’la aralarında çok ciddi bir fark var zaten: İkram Efendi bilerek yapıyor yemekleri, Yusuf hissederek.

Erken konuşmak istemiyorum ama, çok sevdiğim oyuncuları barındırması ve bir sevda masalı anlatması nedeniyle bu sezon ekranda görmeyi istediğim hikâye bu olabilir. Ama yine de korkuyorum entrikalara bulaşmak ile komediye esir olmak arasında salınmasından ya da bunlardan birine saplanmasından...

----

*İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, Şûle Yayınları

26 Ocak 2014 Pazar

Beni Böyle Sev Yürek Finali

Sizi Böyle Sevemem

Uzun zamandır yazmak istiyordum Beni Böyle Sev hakkında. Sade, kırılgan bir hikâye olarak başlayıp büyüklü küçüklü bir entrikalar yumağına dönüşen dizinin can yakıcılığı hakkında. Gözlerinden sevda fışkıran Ömer’i yaşatan Alper Saldıran hakkında. Yazarken kelimelerimin yetersiz kalacağı Güven Kıraç hakkında. Güzelliği ve sevimliliğiyle beni büyüleyen Burcu Altın hakkında. Umarsızca içinden bir Hulusi Kentmen çıkarmasını beklediğim Altan Gördüm hakkında. Bizlere, bir hikâye olmasa da oturup dakikalarca izlenecek görüntüler sunan reji hakkında. Dizinin gün geçtikçe muhafazakârlaşan, bu haliyle ilk bölümlerdeki samimiyetine gölge düşüren akış hakkında. Daha neler neler...

Ama en çok onun hakkında yazacaktım. Canlandırdığı Nezih Yeşildere karakterinin orijinalliği ve gerçekliği bir yana, gözleri, yüzü, konuşması ışıl ışıl parlayan, en durgun, bitkin halimde bana enerji aşılayan o adam hakkında. Benim Başrolde Aşk ile keşfettiğim, oynadığı reklamları bile pür dikkat izlediğim genç yetenek hakkında. Henüz tanıtımları dönerken beni diziyi izlemeye, TRT’nin 2013 yazında bize yaşattığı hüsrana rağmen diziyi yine de takip etmeye ikna eden Mert Turak hakkında.

Ben biraz geriden takip ediyordum diziyi. 41. bölümü bugün izledim. Diziden çıkarılacak en son adam olması gereken Nezih’in ölebileceğine ihtimal vermediğim için bütün o duygusal sahneleri atlayıp geçtim üstelik. Turak bir yerlerden uzatacak başını, “Ben sizi bırakıp gidecek adam mıyım be!” diyecek diye bekledim. Ama çığlıklar yükseldi morgdan, yaşlar döküldü, cenaze kaldırıldı, borçlar ödendi, acı kalplere kazındı...

Sonra Twitter’ı açtım, Mert Turak’ın yazdıklarına baktım. Dönüş yokmuş, öğrendim.

Bu, seyirciye yapılan büyük bir haksızlıktır. Hatasız kul olmaz. Ama hataları yok saymak da olmaz. Başkalarını bilmem, ama ben sizi böyle sevemem artık. Beni Böyle Sev, benim yüreğimde final yapmıştır, elveda!

15 Ocak 2014 Çarşamba

Merhamet 23



2 Ekim 2013

Dizinin uyarlandığı Hande Altaylı kitabı Kahperengi’yi bir çırpıda okumuştum. İkinci kez okuyacak kadar çok sevdiğim sözlenemez ama hikâyenin kendi halindeliğini sevmiş, Fırat’a asla ısınamamış, Narin’le Deniz arasındaki dostluğa ise hayran olmuştum. Merhamet dizisi başladığında izledim birkaç bölüm. Romanda olmayan karakterlerin eklenmesine değil, Narin’in etrafında olmadık entrikaların döndürülmesine kızmıştım en çok. O yüzden sürekli takipçisi olamadım dizinin, ama denk geldikçe (ki televizyonunu pek kapatmayan biri olarak denk gelmekte hiç zorlanmadım) izledim yine de.

Yeni sezonda  -yeni dizilerin tekrarlarının sıkça gösterilmesi nedeniyle sanırım- denk gelememiştim pek. İlk olarak 22. bölümün sonu ile 23. bölümün başını görebildim. İyi ki de görmüşüm, sanırım 23 bölüm boyunca rastladığım en güzel sahneydi.

Fırat’ın evinde Narin’le Fırat’ın yakınlaşmaları… Narin yaşanan her şeye rağmen mutlu, umutlu. Gözlerini kapamış ve kendini Fırat’a bırakmış. Fırat bir yandan Narin’in elbisesini çıkarırken bir yandan da savaş boyalarını sürünüyor. Aşk sözcükleri duymayı bekleyen Narin suçlamalar, aşağılamalar duyuyor. Önce savunma cümleleri kuruyor, çocukça. Anlatmaya çalışıyor kendini, Fırat onu gerçekten anlamak istermiş gibi. Sonra bağırıp çağırmaya başlıyor, konuşarak çözülecek gibi değil çünkü. Fırat’ı kovuyor odadan ve ağlıyor. Giyinip odadan çıktığında başı dik. Yine de anlatmak istiyor kendini, çünkü seviyor her şeye rağmen. Anlatmanın bir faydası olmayacağını anlıyor bir kez daha, döküyor zehrini ve çıkıyor.

Orada anlıyorum ki romanda geçen Narin’le Fırat’ın o ilk sevişme teşebbüsü şimdiye kadar anlatılmamış ve dizide öyle güzel bir yere bağlanmış ki, romanın akışında yapılan değişikliklerin hepsini bir anda bağışladım ben.

Ardından Narin’in düşüncelerini duymaya başladık: “Gözlerine bakacaktım ve karar verecektim. Bana aşkla bakacaktı. Dünyada ondan başka hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı. Onun bu pisliklere babası yüzünden bulaştığına, masum olduğuna inandıracaktım kendimi kollarında yatarken. Kendime ihanet edecektim, mesleğime, adalet duyguma… Fırat’sız kalmamak için adalete ihanet ettim, Fırat’sız kaldım. Susuz, nefessiz, onsuz bir hayata mahkûmum artık. Demek ki adalet gerçekten var.”
Burada anladım Narin’i. Romanda anlamamıştım ama burada anladım. Hâlâ hak vermiyorum ama anlıyorum, acısına ortak olabiliyorum bu yüzden. Bunları hissettirmeye devam ederse ben de düzenli seyircisi olabilirim artık.

Cinayet 1-2


7-14 Ocak 2014


İkinci bölüm jeneriği akarken ekranda, ben gözlerimi kocaman kocaman açmış dikkatle bakıyordum senaristin ismine: Mehmet Ercan Erdem. İlk bölümde başka dört isim vardı hâlbuki. Durdum, bir daha baktım ve bir ışık yandı: Ercan Mehmet Erdem işte, Behzat Ç.’nin senaristi. Doksan küsür bölümün en az yarısını kalbime kazımış bir adam yani, bunun ardından bir cümle daha kurmaya çekineceğim biri. Ama...

Ama izlerken nasıl sıkılıyorum, bilemezsiniz. Adı Cinayet, türü polisiye olan bir dizi nasıl böyle durağan olabiliyor, hiç anlamıyorum. Nurgül Yeşilçay’ın karakterine hiç inanmadım zaten, bayık bayık konuşması da tüy dikti üzerine. Engin Altan Düzyatan hiç böyle koşuşturmalı bir rolün adamı değil gibi. Kötü demek istemiyorum, değil çünkü, ama sanki üstü tozlanmış oyunculuğunun, zamanla açılır umarım. Çünkü dizide birkaç dakikacık da olsa gülümseyeceksek, belli ki Yılmaz karakteri sayesinde olacak. (İster istemez Behzat Ç. ile kıyaslıyorum sürekli, Yılmaz’da bir parça Harun var gibi, Harun’un daha yakışıklı ve özgüven sahibi olanı sanki. Özellikle arabada köfte ekmek yeme sahnesi bende bu fikrin doruğa ulaştığı yer oldu.) Ayrıca, Zehra’nın başarılı, cevval bir başkomiser, Yılmaz’ın da sürekli işi bozan tezcanlı, fevri bir ‘yeni başkomiser’ olduğuna hiç inanmadım. Ben daha çok, Zehra evlenip gitse de Yılmaz bir rahat rahat çalışsa, diye düşündüm. (Zehra’nın nişanlısı Mehmet Ali karakterini canlandıran Volkan Ünal’a buradan sevgilerimi göndereyim, naçizane. Kendisi ekranda daha fazla görmek istediğim yüzlerden, ama o kadar düz, o kadar özelliksiz bir oyunu var ki, yakışıklı bir adam olmasının ekmeğini bile yiyemiyor.)

İlk bölümün ardından sosyal medyada övgüler düzülüyordu Ahmet Mümtaz Taylan, Goncagül Sunar ve Uğur Polat için. İyi de, olması gereken bu zaten, buna şaşırılır mı? Bu üçünden hangisi kalkamamış bir rolün altından? Hangisini izledik ‘oynayamazken’?  İyi ki varlar ve diziyi bir nebze izlenilir kılıyorlar...

Şükran Ovalı da A.Ş.K.’taki rolüne burada devam ediyor gibi, ne bir eksik ne bir fazla.

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde geçiyor olayların bir kısmı. Ne idüğü belirsiz bir hocanın dersini gördük kısmen. Efendim, ben 9 yıldır Uluslararası İlişkiler Bölümü bünyesindeyim, bir kez olsun bir hocanın bir politikacı için “bizi yönetenler” dediğini duymadım. Zira demokrasi, halkın yönetimi demektir. Bu hoca bununla da yetinmedi üstelik, belediye başkanı adaylarının katılacağı ve öğrencilerin de sorular soracağı bir televizyon programı aracılığıyla “demokrasinin işleyişine şahit olacağımızı” da ekledi. Hadi ordan!

Ders sırasında yüksek titr sahibi olduğunu düşündüğüm bir başka hoca girdi sınıfa, Gonca’yı sordu. Bir öğrenciyi dışarı çağırıp konuştu falan. Sanki orası lise, hanımefendi de müdüresi. Oldu olacak nöbetçi öğrenci gönderseymiş Gonca’yı çağırmaya...

Dizi bir uyarlama, Forbrydelsen uyarlaması. Onu da, ondan uyarlanan Killing’i de izlemediğim için bununla ilgili olarak söyleyecek bir şeyim yok. Cinayet’in hikâyesi o kadar ilgimi çekmedi ki gidip aslını izleyeyim diye de düşünmedim. Dizide merak ettiğim tek şey, Tansu Biçer’in oynadığı karakterin altından nasıl bir hikâye çıkacağı. Birkaç bölüme kadar oraya ulaşmazsa anlatım, muhtemelen ben bu yoldan çekilirim...